GÖÇ YOLU 2023

Faaliyetin Adı: Aladağlar Göç Yolu

Tarih: 03/06/2023 Cumartesi

Katılımcılar: Anatolia Hiking Ekibi

Amaç: Aladağların doğa severler tarafından bilinmeyen cephesinde asırlardır var olan yolaklardan (patika) yürüyerek eşsiz bir geçiş rotası kazandırmak.

Mesafe: 28,5 km

İrtifa- 3000> 1100 m Son 7 km hariç 2600-2750 metrelerde seyreden geçişler.

 

Hikâye uzun tıpkı Göç Yolu gibi uzun.

Bizim ekibi bilenler bilir, ekibimizin dağları en iyi bileni namı diğer De-şe’dir yani Dursun Şimşek, kendisine Google Dursun der, garip adamın tekidir:), dağa çıktımı dağ tekesi gibi olmadık yerlere gitmek ister, oğlakların kayaya sardığı gibi onunda dağdan inesi gelmez, olmayacak yere yürütür, olmayacak yere çıkalım der durur.

Bu sefer durum biraz farklıydı, birkaç ay önce beni aradı ve sürprizim var hocam dedi. Ben hemen anladım yeni bir yer, rota…ama neresi ne zaman, hapı yuttuk mu hocam? yooo sır vermem zamanı gelince öğrenirsin dedi. Peki dedim, elden bir şey gelmez, bu konularda nuh der peygamber demez.

Aradan zaman geçince yavaş yavaş ip uçlarını vermeye başladı, ilk verdiği ip ucu “göç yolu” idi. Göç Yolu ne ola ki hocam, yavvv bizimkilerin yaylalara çıkış hikayesi be yavvv dedi. Haydi hayırlısı zevkle yürürüz hocam, altı üstü yolaklardan Barazama’ya ineceğiz, ne kadar zor olabilir ki!

Biraz farklı olan kısmı da patikalardan yürüyecek olmamız, aslında bizim tarzımız değil, Dursun hocanın hiç tarzı değil yani işin zor bir tarafı yoktu, her ne kadar koca bir kış ufak tefek faaliyetler hariç bir şey yapmamışta olsak, ham da olsak yapabiliriz, hemi de güle oynaya. Bu arada Dursun hocanın olmadık yerlerden olmadık tırmanışlar planlamamış olması onun artık yaşlandığına delil sayılabilir mi acaba :)

En sonunda Dursun Hoca 25000’lik haritalardan bulup derlediği rotayı google eart üzerinden çizip bizimle paylaştı. Üzerine ara ara konuştuk, gerçekten patikalar mı vardı çizdiği rotada. Evet gerçekten patikalar var ve gerçekten asırlardır yörüklerin, Türkmenlerin Adana tarafından gelip Aladağların yaylarına çıktığı, göç ettiği, yaylak olarak kullandığı, hayvanlarını otlattığı, kıl çadırlarını kurup, aslını, kültürünü sürdürğü bir yoldu göç yolu.

İsmi lazım değil Akdeniz’de, Ege’de yürünen çoğu uydurma bilmem ne yolları gibi değil, saf yörük yolu, yani bizden, kanımızdan canımızdan, kültürümüzden bir parça.

Neyse zaman geçti ve planlama de-şe (Dursun Şimşek) tarafından yapıldı. Plan şöyle: 3 Haziran Cumartesi günü sabahın köründe Niğde’den çıkılacak, Demirkazık köyüne varılacak, oradan Ulvi Üçer’in 4*4 pikabı ile Maden Boğazı Karagöl’e çıkılacak ya da pikap nereye kadar çıkabilirse, çünkü yukarılarda kar olma ihtimali yüksek. Sırasıyla Karagöl, Çömçegöl ve Yıldızgöl derken Teke Kalesi’nden aşağılara doğru Aksu yaylasından inilecek. Barazama yani Ulupınar köyüne kadar yürünecek, Ulupınar’dan minübüsçü bizi alacak ve Kapuzbaşı Köyüne gidilecek, minübüsçünün evinde kalınacak ertesi sabah erkenden Hacer ormanının sonundan Yedigöllere çıkılacak, Çelikbuyduran geçidi, Çelikbuyduran derken Karayalak vadisinden inilecek, Mehmet Şenol bizi alacak ve Teke Ana Kampa ulaşacağız. Toplamda 50 kmye yakın bir dağ macerası ve sadece iki günde.

Plan ortaya çıkınca ilk itiraz benden geldi, birinci gün kolay, Göç Yolu’nu yürürüz sorun değil hocam ama ikinci gün hangi akla hizmet başkalarının 3-4 günde yaptığı bir geçişi (Aladağlar Transı) bir günde hemde bir gün önce 2700 metrelerde inişli çıkışlı 30 km lik bir yolağı/patikayı yürüdükten sonra! Olur be yavv hocam, gece dinleceğiz ya işte, yatıp uyuruz, sabah hiçbir şey olmamış gibi gideriz be yavv :), iyi de hocam biz insanız :)

Ve vakit geldi çattı, Oğuzhan İstanbul’dan, ben Ankara’dan, Dursun, Neşet, İzzet ve Doktor Hasan Niğde’den toplam 6 kişilik bir ekiple çıkacağız yola. Ben Hasan hocam hariç diğer arkadaşlarımla defalarca dağda faaliyet yaptım Hasan hocamla ilk olacak.

Oğuzhan’a yazdım, kral Niğde’ye neyle geleceksin, otobüsle gardaş, pikapla geleyim mi, yok boşver çok yakar, dönüşte yorgun olursun, otobüste uyuya uyuya gidersin, he la doğru din :). Doğru derim ama kralın gönlü yeni pikabını Aladağlarla tanıştırmaktan yana sanki.

Oğuzhan gruba yazdı, biletimi aldım, cuma öğlen İstanbul’dan otobüse biniyorum, Pazar Akşam 20.00’de Niğdeden tekrar binip İstanbul’a dönüyorum. Yazışma böyle devam ederken ben güldüm, Oğuzhan niye güldün kral deyince açıkladım. Yavv ikinci gün gerçekten zor bir gün olacak, bizim Hacer ormanından Yedigöllere çıkıp, Karayalak vadisinden Karayalak kamp alanına varmamız muhtemelen geceyi bulur, senin dönüş biletinin olduğu saatte en iyi ihtimalle biz Karayalak kapıdan Çamardı tarafını seyrediyor oluruz :). Neyse biletini değiştirdi, gece saat bire bilet almış :), aramızda şöyle bir geyik geçti, vur deyince öldürmüşsün gardaş :).

Bu konuşmaların geçtiğinin ertesi günü cuma günü yani faaliyetin bir gün öncesi, sabah kalktım baktım Oğuzhan’dan mesaj gelmiş, pikapla geliyorum diye :), iyi bari hayatımda bir kez ve ilk kez sıfır Toyota Hiluxa bineceğim, işime geldi, zaten otobüs biletimi almamıştım:) çünkü Oğuzhan’ın otobüs bileti alma hikayesi bana hiç güven vermemişti :), nitekim otobüs derdinden kurtulduk.

Cuma günü öğleden sonra saat beş gibi Oğuzhan Ankara’da bizim siteye geldi, birer kahve içtik ve Teke Ana Kampa gidecek birkaç malzemeyi pikapa yükledik. Ver elini Niğde, ver elini Aladağlar…

Niğde’ye gider iken Dursun Hoca aradı, hocam kaçta burada olursunuz, saat 21’de oradayız dedikten sonra planı değiştirdi. Niğde’de kalmayalım direk Teke Ana Kampa gidip orada yatalım, sabah erkenden faaliyeti başlayalım dedi. Benim de aklımdan geçen oydu ama Dursun hocaya demedim çünkü adam inat, planı yapmış bir kere, onun planında revizyon yaptırmak deveye hendek atlatmak gibi bir şey. Bu sefer kendiliğinden değiştirdi :).

Saat 21 olmasa da çeyrek geçe Niğde’de ki atölyemize vardık, çay kahve gırgır muhabbet, henüz gelmeyenleri bekleme derken saat epey oldu ve Çamardı’na Teke Ana Kamp’a yola çıktık. Saat gece bir gibi vardık, hemen bungalowları açıp yatıp uyuduk zira uyuyacağımız birkaç saat. Bu arada Oğuzhan’ın sıfır pikaba 6 kişi bindik, arkayı dörtledik :). İki araba gidilsin diyenler oldu ama de-şe şiddetle kükredi, tek araba gidilecek :), kuyruğu kıstırıp bindik pikaba. Yazık la, sıfır araba bu :)

Tam da beklendiği gibi oldu, sabah saat dörtte de-şe bağırmaya başladı, kalkın sabah oldu, kimsenin kalkacak hali yok. Dursun hocam çayı hazırlamış, kahvaltı masasını kurmuş artık saat kaçta kalktıysa :).

Bazılarını cebir kullanarak uyandırdık ve kahvaltımızı yaptık. Dursun hoca babalığını yapmış hepimize yarım ekmek arası tahinli ballı yolluk hazırlamış ama kimse ondan hakkını almadı, taşımak zor her biri bir kilodan 6 kilo :) ha bir de kazma krampon almış, ben alma gerek yok bu sene dağda kar yok dediğim halde, alsın tabi nasıl olsa kendisi taşıyacak. Neyse bizim Adım Adım Aladağlar kitabından bir tane bana verdi bunu Kapuzbaşı’nda ki traktörcüye hediye edeceğiz taşırmısın hocam, ne demek taşırım tabi. Yarım ballı tahinli ekmek mi kitap mı, tabi ki de kitap. Yanlış hatırlamıyorsam birkaç da bisküvi verdi bana taşı bunları diye…

İzzet zora ki kalktı, bir cigara yaktı, faaliyetinin de…. Dur la dur daha erken, biliyorsun âdettendir 3000 metrelerde küfür serbest :), öncesinde yasak.

Herkes kendine geldi, hazırlıklar tamam. Ulvi arandı ve sıfır pikaba 6 kişi doluşup Teke Ana Kamp’tan Çukurbağ’a yola çıktık. 10 dakika sonra Ulvi’nin evine vardık. Ulvi’nin pikaba geçtik tabi ki sığmadık, iki kişi hemen kasaya atladı. Hasan hocam ve Dursun hocam kasaya bindi, Dursun hocayı boşverdik, Hasan hocam sen içeri geç biz arkaya bineriz falan yok yavvv burası zevkli olur dedi iyi dedik, ne diyelim.

Ulvi bu sezon ilk defa Karagöle çıkacak, o da bilmiyor yol açık mı kapalı mı ama şansımızdan Karagölün altında bir viraj var oraya kadar araç çıktı hatta yol beklediğimizden çok daha iyi durumdaydı.

Ve Aladağların içindeydik, hepimiz özlediğimiz dağın havasını ciğerlerimize çekmeye başlamıştık ve yorucu iki güne hazır mıyız diye kendi kendimizi sorguluyorduk. Merakta ediyorduk, göller ne durumda, buz mu kaplı yoksa açılmış mı, ilk defa göreceğimiz yaylalarda bizi ne bekliyor…

Araçtan indik, İzzet telefonum yok diye feryat ediyor :), Ulvi’nin araca bakmış belki orada düşmüştür diye yok. Neyse kampta kalmıştır dedik geçtik, yazık çocuğa bu macerada hiç foto çekemeyecek :).

Ve başladık, 3000 metrelerden, 2700 metrelere inişli çıkışlı sürecek olan büyük faaliyetin birinci gününe.

15-20 dakika geçmeden Karagöle ulaştık. Hepimizin bildiği yerler, manzara her zaman ki gibi güzel, birkaç foto çekip devam ettik. Bu arada Oğuzhan da ben de vicilocu kayda soktuk. Karagölün hemen sağından yukarı doğru çıkan patikayı takibe başladık ama yer yer ya da öbek öbek diyiyem kar var, patikalar kapanmış. Bazı kar öbeklerinin etrafından dolanıyoruz, bazıları epeyce geniş mecbur iz açarak geçiyoruz. İçimden diyorum, ben Dursun hocaya kazma krampon almadı dedim adam gene de aldı, iyi ki de almış yoksa işimiz epey zormuş.

Karagölün doğusundaki sırta çıkıp Çömçegöl tarafına aşıyoruz ve Çömçegöl müthiş bir su kaynağı, çayırın içinden hatırı sayılır bir su çıkıyor ve Aksu tarafına doğru bir dere oluştururak akıyor. Sularımızı dolduruyoruz, biraz da içiyoruz. Dağlar ala bele kar, yarı beyaz yarı siyah manzara muazzam. Hepimiz sırıtıyoruz, sohbet alabildiğine, şakalar hava da uçuşuyor. Eeee herkes dinç, herkes sevgilisine kavuşmuş, daha yürüdüğümüz yol birkaç kilometre.

Çömçegölden neşe içinde ayrılıp Yıldızgöle varıyoruz. Bu üç göl arası aşağı yukarı üç kilometre ve rahat bir etap. Bu arada epeyce kar etabı geçmek zorunda kalıyoruz. İrtifamız 3000 metreler.

Yıldız gölde yarı buz yarı su muhteşem görünüyor, burada birkaç bir şey atıştırıp yolumuza devam ediyoruz zira daha yorun onda birini ancak aşabildik :)

Yıldız gölden sonra yavaş yavaş aklımız başımıza gelmeye başladı, biz çıkalı iki saat olmuştu zannedersem ve daha yolun başındaydık. Gerçi bunlar alıştırma turları, yükseğe uyum sağlama, falan filan ama şakası yok daha çok ama çok uzun bir yolumuz var.

Yıldızgölüde geri de bıraktıktan sonra hafif irtifa kaybedip, Tekekalesi hizasına geliyoruz, orada bulunan ve benim o civarda bildiğim son su kaynağı Karapınara ulaşıyoruz. Karapınar, Çömçe, Yıldız ve arada genelikle Aladağların kuzey yamaçlarının kar suları ile beslenen ve yazın en kurak ayında da suyu akan bir su kaynağı. Bu pınarın olduğu nokta aslında yörüklerin de en son oba kurdukları nokta. Birkaç kez bu tarafa düzenlediğimiz faaliyetlerde görmüş ve sohbet etme fırsatını bulmuştuk.

Yavaş yavaş ekibimizin ilk defa adımlayacağı kısma geliyorduk. Ben bir grup faaliyetinde, Yedigöllere erken varıp Karayalaktan çıkan arkadaşlara yetişip onların çadır kurmasına yardım edecektim. O faaliyette MTA Tepeye dönen patikanın solunda kalan küçük tepeye çıkmış ve aşağılara yani bugün yürüyeceğimiz yerlere bakmıştım ve ta o zamanda burası mutlaka yürünmeli demiştim. Dolayısıyla Dursun hocanın yeni projesinin burası olması benim açımdan muhteşemdi.

Google Dursun arada atıp tutuyordu, hocammm önümüzde göl var göl, ben he he göl var ne gölü göl möl yok var mısın bahse :), ben kazandım Google Dursun’un kankisi olan Google Eart yanıttı onu :). Sonuçta göl möl yoktu önümüzde ama göl yatağını anımsatır küçük ama muhteşem düz çayırlıklar çıkıyordu karşımıza. Aladağlar coğrafyasında pek karşılaşılmayan durumlar. Tabi erken yaz mevsimi hatta dağda bahar yeni geliyor, her yer çicek böcek, arada gördüğümüz gelengiler (yer sincabı), doğa ana işte bütün güzellliklerini gösterecek bize bugün!

Yanlış hatırlamıyorsam Çerkez Kayası yamaçlarına doğru gelirken patika Dursun hocaya göre sağa yamaca geçiyordu, geçiyordur geçmesine de yamaçta kar var ne gerek var oradan gitmeye dedim ve lidere sadakat etmeyip derenin solunda kaldım, diğer arkadaşlarımda De-şe’nin yüzüne bile bakmadılar :), derenin sağına sadece Dursun Hoca geçti o da birkaç dakika sonra yanımıza geldi. Hakkatten orası zor muş be yavv dedi :)

Bu arada faaliyet boyunca asla Dursun Hoca lider olarak yürümedi :) neden diyeceksiniz? Çünkü onunla bizim türümüz farklı, biz homosapiens yani günümüz insan türü, o ise daha bi neandartel :), şaka bir yana adama yetişmemiz imkânsız, elimizde onun çizdiği ve bizim kendi telefonlarımızdan takip ettiğimiz rotamız var ona gerek yok :). Zaten deli gibi bir o yandan foto çekiyor bir bu yandan foto çekiyor, onunla uğraşılmaz.

Ekibin durumu gayet iyi, genellikle hafif hafif irtifa kaybediyoruz. 2650 metrelere kadar indik, dereyi takip ediyoruz. Ben soruyorum hocam bu mevkinin adı ne Akçay yaylası hocam, ya bi git hocam bak bu sefer salladın, ne Akçayı. Umut hocam, Dipsiz gölün üstündeki geçidin adı Akçay geçidi değil mi? harbi la adam biliyormuş dedim :), saygılar hocam.

Arada bir geriye dönüp bakıyoruz manzara muhteşem. Dağa hep aynı noktadan gidince zirvelerin ismini çıkarıyoruz genellikle ama farklı açıdan zirveleri bilmek zor, internette çekmiyor ki bakalım :), Google Dursun'a soruyorum hocam MTA hangisi, şurada ki hangi zirve, Davlumbaz hadi canım… böyle devam ediyor yolculuk.

Yer yer belirgin patika var, gerçekten burada bir yolak var. Bir göç yolu ama rotanın bu kısmı “İT YOLU” Dursun hocanın yalancısıyım, haritalarda bu kısım İt Yolu diye geçiyormuş. İt Yolu, Teke Kalesi ile Tahtacı yaylası arasında olan kısım. Ya da şöyle tarif etmek lazım, Tahtacı Yaylasından, Tekekalesi altında ki Karapınara kadar olan kısım demek daha doğru.

Karagölden hareketle yaklaşık sekizinci kilometrelerde dereyi takibi bırakıp sağa yamaçlara geçiyoruz. Biz ilerledikçe dere daha da solda kalıp, diğer derelerle birleşip Aksu deresinin tamamını oluşturuyor. Ve buralarda çok net yolak var, karıştırılacak bir durum yok yani.

Dereden ayrıldıktan kısa bir süre sonra yiyecek molası veriyoruz. Nispeten kuytu olduğunu düşündüğümüz bir noktada. Yukarıda yazmayı unuttum, faaliyet başından beri inanılmaz bir rüzgâr bizi dövüyor. Dövsün bakalım, geriye dönecek halimiz yok ya. Gökten ne gelirse kabülümüz. Tam molayı bitirip ayaklanmışken Oğuzhan ortalıktan kayboldu. Nereye gitti bu adam derken dereye geri gidip suyunu doldurmuş. Kankim olan Neşet hocam biz de doldursak mı dedi, yok kankim her taraf su, yolumuz uzun bir de suyu ağırlık etme, suyun yokmu? Var bir litreye yakın, eee tamam işte yeter o :), ulan adam bana güvenir mi be kankim. Benim de o kadar suyum var ve neredeyse yetmeyebilirdi. Rüzgâr kesilse kesin yetmezdi :), itiraf ediyorum yetmedi :).

Dereler birleşti ve aşağı yukarı 2400 metrelerde akıyor, biz 2700-2750 metrelerdeyiz. Manzara çok ama çok güzel, karşı yamaçlarda Kayseri Yahyalının yaylaları görünüyor. Dursun hocanın artisliği tutuyor, hocam bak oradan inen dere bilmem ne deresi, bak o yayla bilmem ne yaylası. Nerden biliyorsun sen de gelmedin ki buralara :).. Bir süre sonra Umut hocam hani aklıma gelmeyen yayla varya, heee, vallahi aklıma geldi, Kuşak Yaylası, inanmaktan başka çarem yok, zerre bildiğim bir yer değil, şimdi gitsem şurası Kuşak Yaylası diyemem :) ama ben bu yazıyı yazarken google kuşak yaylası yazdım, harbiden Kuşak Yaylasıymış orası. Tebrikler Dursun hocam.

Aslında hepimiz büyülenmiş gibiyiz, ilk defa gördüğümüz yerler ve burası hiç bizim Aladağlara benzemiyor. Ekip halen sağlam, ah şu döven rüzgâr da olmasa tadından yenmeyecek. Niğde ilinden başlayan yolumuz artık Kayseri sınırlarında.

Dursun hoca, ileride bir aşıt gösteriyor, şooo karşıda ki aşıt varya ha orayı aşacağız gençler. Hani hep inecektik, hani hiç yorulmayacaktık, hani hiç çıkış yoktu, neyse burayı çıkarız bundan sonrası karadenizin yaylası gibi bir yerdir herhalde, çıkalım bakalım şu geçide neler göreceğiz. Üstümüzde Susuz Tepe var (3276 m.). Susuz tepenin yamacından yan geçiş yapıyoruz, patika çok belirgin ve ara ara sert sıkıntılı kar etapları var ama biz kazma krampon kullanmadan geçiyoruz. Önden birimiz iz açıyor, diğerleri ize basarak dikkatli bir şekilde geçiyoruz. Zaman zaman da belimize kadar kara giriyoruz.

Az biraz yorulmaya başladık ama moralimiz iyi, halen yolun yarısına gelemedik, sabahtan bu yana ancak 12,5 km kadar gelebildik ve aşıta çıktık. Aşıtın arkası göz dolduran güzellikte birkaç yayladan oluşuyor, genel adını vermek gerekirse Tahtacı Yaylası. Yesillikler için güzel bir yayla. Suyum azaldı ama hemen aşağımda su olduğunu düşünüyorum. Bu arada ekip mola verdi, acıktık. Dursun hocanın çantasını hafifletmenin zamanı geliyor. Adam 12 kilometredir 6 tane yarım ekmeğe sürülmüş ballı tahinli katığımızı taşıyor :)

Dursun hoca uzaklarda ki bir dağı gösteriyor, o dağ Divrik dağı o dağa çıkmıştık falan diyor sonra şu karşıdaki zirve varya orası Boztepe biz oraya çıkacağız. Ya bi git hocam, delimiyiz biz, ne işimiz var orada, orası buradan kaç kilometre görmüyormusun, kesin yanlışın vardır. Ben dursun hocanın çizdiği rotaya telefondan bakıyorum, yok ya senin yanlışın var o gösterdiğin tepenin solundan aşağıya gidip o tepeyi dolanacağız diyorum :). Adam rotayı yapmış ben yaptığı rotayı kabul etmiyorum. Ancak bütün ekibin morali bozuldu, herkes dumur oldu çünkü aşağıya yaylaya sert bir iniş ve biraz daha irtifa kaybedip gösterdiği yere çıkmak pek kolay bir iş değil ve biz halen yolun yarısında bile değiliz. Bu arada güneyden bulutlar öyle bir toplanmak ta ki sormayın, belli ki bugün sağlam bir yağış yiyeceğiz :)

İyi o zaman hadi vakit kaybetmeyelim hemen yaylaya inelim daha yolumuz uzun, arada bir yemek mi yesek he olur valla. Aşağıda yeriz hem su buluruz derken iniyoruz aşağılara ve güzel bir yerde Dursun hocanın çantasında bize özel hazırladığı katıkları mideye indiriyoruz. Derken bir su kaynağı bulup sularımızı dolduruyoruz.

Az aşağılarda inekler ve bir çadır görünüyor hızlıca çadıra yöneliyoruz. İki çoban var onlarla kısa bir sohbet ediyoruz.

Dursun hoca; biz susuz dereden Barazamaya ineceğiz, çoban; gidersiniz hocam aha karşıda kızıl görünen yer varya he işte orayı tırmanın oranın arkası zaten yakın, toplamda 3 saate varırsınız :), nasıl ya saat öğlen bire geliyor biz daha 13-13,5 km gelebilmişiz, geriye kalan yolu nasıl 3 saatte gideceğiz. Karşıda çobanın gösterdiği yamaç kayalık bir yamaç, hatta yer yer kaya tırmanışı yapmak lazım diye düşünüyorum, var bu işte bir terslik ama hayırlısı. Dursun hoca çobana derenin içinde orman değilmi diyor :), çoban yok hocam ne ormanı orman neyim yok oralarda :). Eee de-şe hani bize orman vaad ediyordun, sabahın köründen beri size ormanı göstereceğim, ormanın içine dalacağız deyip duruyordun. Uzatmadan, çoban orman yok dedi, yol üç saat dedi.

Neyse vakit kaybetmeyelim deyip, çobanlara veda edip devam ediyoruz. Kayalık yamaca geldiğimizde ilginç bir durum ortaya çıkıyor, kaç yılda oluşturulmuş bilmem ama yer yer taşlardan küçük duvarlar yapıp o dağdan aşağıya patika yapmışlar, keşke bu yolun tarihini yazılı bir kaynakta öğrenme şansı olsaydı. Epeyce yorulduk ama kayalık yamacın patikası merdiven çıkmak gibi. Hepimiz acayip motive olduk, bu dağı aşınca toprak patikalardan rahat rahat Barazama köyüne ineceğiz. Tabi ki de öyle olmuyor, ne derler dananın büyüğü geri de mi?

Bu arada, Tahtacı yaylasından itibaren yolun adı “GÖÇ YOLU”, İt Yolunu geride bıraktık.

Kaç asırdır işlendiğini bilmediğimiz bu patikayı yaklaşık bir buçuk saatte aşıyoruz, yukarı çıktığımızda görüyoruz ki gerilerden gördüğümüz zirde daha ileri de ve epeyce yol gidip biraz daha çıkmamız gerekiyor. Bu arada Dursun Hoca mesafeyi açıyor, biliyor ki epey küfür yiyecek :). Yolun yarısını yeni geçebildik. Sabahtan bu yana Aladağlarda 17 kilometre kat ettik. Saat zannedersem 14,30 civarları.

Hani biz Tahtacı yaylasını ilk gördüğümüz aşıtta bulutlar toplanıyor demiştim ya, işte o bulutlar tepemize yağmuru indirmeye başladı ve biz de yorulmaya başladık. Küçük molalarla ileride görünen sırta çıkıyoruz ve gayet temiz güzel bir sırt, taş yok kaya yok, böyle olursa harika diyoruz. Arada ise üstümüze dolu yağıyor, duralım bir yere sinelim diyorlar, birazdan keser herhalde deyip devam ediyoruz. Dolu kesiliyor, bir daha başlıyor, kesiliyor, bir daha başlıyor :)

Divrik dağı epey uzakta hani şu Dursun hocanın çıktığı dağ, konumuzla ne alakası var dimi, onu hikâyenin sonunda yazacağım.

Epey ıslandık, yorulduk ama gırgırı asla bırakmayız, Hasan hocam arada diyor ki, arada dediğim biz Dursun hocaya atıp tutarken, ben milliyetçi adamım hocam, bizde lider doktrini vardır, lider ne derse o :)

Ayağı yukarı aynı irtifalarda 2500-2600 metrelerde 3 kilometre yürüdükten sonra susuz dereyi gören yamaçlara ulaştık. Bu dereden inip Barazama köyüne ulaşacağız. Çoğu gitti azı kaldı, hep iniş, en fazla biraz dizleri yorarız o kadar. Bu işi bitti say.

O da ne aşağıda çayırlık bir alan var ve orada tek bir dağcı çadırı var. Neşet hocam benim gözler zayıf biliyorsun, aşağıda görünen dağcı çadırımı, he valla öyle gibi!

Çadıra ilk varan Dursun Hoca ile Hasan Hoca idi galiba, hemen arkalarından biz vardık. Uzun boylu 20-25 yaşlarında bir Alman, tek başına gelmiş ve orada çadır kurmuş, muhtemelen bizim ineceğimiz dereden çıkarak gelmiş. Arkadan Oğuzhan yetişiyor, ingilizce anlaşıyorlar ancak çocuğun anlattıkları biraz garip. Yedigöllere geçmek istemiş, kardan geçememiş çünkü kazması yokmuş. Çamardı tarafına, Pınarbaşına geçecekmiş falan ve tek başına, ne diyelim helal olsun. Biz çok şaşırdık ama Almanda bize şaşırdı :). Bu Alman arkadaş bizim bugün geçtiğimiz İt yolu ve göç yolu rotasını nereden nasıl öğrenmiş ve hangi cesaret tek başına buradan geçmeye karar vermiş bilmiyoruz. Kolaylıklar dileyip yolumuza devam ediyoruz.

Derenin aşağıları kapalı derin kayalıklar var, ilginç bu nasıl dere acaba ayrıca ortalıkta görünen bir orman da yok :). Derenin geniş ağzını kimimiz patikalardan, kimimiz kestirmelerden iniyoruz ve derenin daraldığı noktada toplanıyoruz.

Buranın adı dere ama dere ile alakası yok bildiğin kanyon burası, hem de öyle böyle bir kanyon değil, harika bir yer. Merakla dalıyoruz kanyona. Kanyona girdiğimiz nokta 2050 metreler ve biz daha rotanın 22. Kilometresindeyiz, yani daha 8 kilometre var ve kaybetmemiz gereken en az 1000 metre.

Kanyon bildiğiniz iki tarafı yüksek ve dik kayalık, dar, zigzak yapan garip bir yer. Yağan dolu ve yağmurdan dolayı bütün taşlar kayıyor, düzenli bir patikası zaten yok, epey yorucu ve dizlerin ömründen ömür götürücü hale gelmeye başladı. Her attığımız adım zulüm olmaya başladı ve bu kanyon nasıl bir yerse bitmiyor. İki de bir wiciloctan mesafeye bakıyorum ama çok yavaş ilerliyebiliyoruz. İrtifaya bakıyorum, çok yavaş iniyoruz. Hızlı olmaya çalışsak ta bir türlü izin vermiyor kanyon ve saatler ilerledikçe bizim yorgunluk iyice ortaya çıkıyor.

Bir süre ilerledikten sonra ileride birkaç ağaç görüyoruz, ulan adam haklı çıktı, burada harbi orman varmış en azından üç beş ağaç gördük derken, yer yer 2-3 metreya kadar daralan kanyonda ilerlemeye devam ediyoruz. Artık önümüze ağaçlar gelmeye başladı, ilginçtir birçok ceviz ağacı vardır, karılmış ağaçlar, yukarıdan yuvarlanmış kökler, belki de maraş depremlerinden kaynaklı kanyona düşmüş kayalar, epeyce büyümüş garip otlar ve inanılmaz bir nem ile beraber sıcak bunaltıcı bir hava.

Kanyon aslında pek antılacak gibi değil yani yazı ile oranın ilginçliğinin ve güzelliğinin tarif edilmesi zor. Kendine ait bir eko sistem geliştirmiş. Ağaçların dallarının arasından geçerken insanın aklına seyrettiği amerikan flimleri geliyor. Hani yağmur ormanında kayboluyorlar ya da uçak falan düşüyor mahsur kalıyorlar, yol iz ararken dallardan piton yılanları sarkıyor :). İşte bizim kanyonda aynısıydı sadece dallardan sarkan piton yılanı yoktu ama ben genede etrafıma baktım yılanla habersiz burun buruna gelmeyelim diye :)

Ve inanılmaz yorulduk, grup ikiye bölündü. Önde ben, Hasan hocam ve Neşet hocam, yüz metre gerimizde İzzet ve Oğuzhan geliyor. Teşbihte hata olmaz, Dursun hocam davarın çobanı gibi :), bir önde foto çekiyor, bir arkada foto çekiyor. Alan çok dar olduğundan sağ sol yapamıyor ancak ileri geri yapabiliyor :)

Arada bir mola veriyoruz ve ekip bir araya geliyor, hepimiz yorulduk yani insan olanlar, neandartel geni baskın olanlar da daha tık yok gibi görünüyor :).

Arada bir telefondan haritaya bakıyorum, az kaldı diyorum. Dursun hocanın google eart üzerinden çizdiği rota Barazama köyüne kadar, vadi çıkışıyla köyün arasını hesap ediyorum, kendimce 2,5 km buluyorum. Böylelikle kanyonun çıkışına olan mesafeyi bulmaya çalışıyorum.

Hasan hocam durmuyor, ya hocam arada dur mola ver, yavvv vermeyelim bitsin artık şurası, burada daha fazla durmayalım, bitsin ulannnnn… :). Bir ara Neşet hocam geride kalıyor, ben Hasan hocama, bak az kaldı 500 metre sonra buradan çıkacağız, bak şu ileride kanyon sağa dönüyor, sonra oradan sola dönecek, haaa işte orası çıkış olmalı hocam :). Gerçekten bitmiyor, hadi mola verelim. Arkadan Oğuzhan bağırıyor, sesi kanyonun duvarlarında yankı yapıp bize ulaşıyor, bizde az aşağıdan bağırıyoruz.

Ara ara kısa molalar veriyoruz, gerçekten ıslak kayaların, taşların üzerinden düşmemek için inmekten yorgun düştük. Ben artık şu kadar kilometre kaldı demekten usandım, zaten takanda yok. Taktiği değiştirdim artık irtifayı söylüyorum. Kendimce düşünüyorum, Kapuzbaşı 800-850 metre idi galiba demek ki Barazama da 1050-1100 metre olmalı. Wiciloca bakıyorum, halen 1500 metrelerde gösteriyor. Anlatmak zor olmada geriye kalan 400 metre irtifa kaybı gerçekten zulüm halini aldı. Kanyona harika bir manzara var, sağa bakıyorsun duvar, sola bakıyorsun duvar ama arada ağaçlar ve devrilmiş çürümüş ağaçlar…

Bizim canavar gibi ekip savaş kaybetmiş orduya döndü, disiplinsiz ve umutsuz kanyondan geçmeye çalışıyor. Hani eskiler derler ya ricat etme yani düzenli bir şekilde ordunun geri çekilmesi işte sanki biz o disiplinden uzağız. Ama bize uzaktan baksalar tek sıra halinde yürüyen disiplinli bir manga asker gibiyiz çünkü tek sıra yürümekten başka şansımız yok :)

Bir ara kanyon genişliyor ve temiz hava geliyor, işte beklenen buydu, bitti ulan, temiz serin hava geliyorsa demek ki kanyonun ağzına vardık ve artık bitecek :), çok değil yüz metre daha ilerliyoruz ve gene sağa sola zikzaklarla giden dar kanyon, yine sıcak ve nem.

Bir ara Dursun Hoca geliyor yanımıza, arkadakiler ne alamde hiç sesleri çıkmıyor iyi mi arkadaşlar diyoruz. Oğuzhan dizinden sıkıntı yaşıyor diyor. Kolay değil adam İstanbul’dan geldi yol yorgunu ve direk 3000 metrelere çıktı, bunca kilometredir yürüyor. Bizim dizlerde farklı değil ki, kendi adıma iki dizim de ağrıdan kopuyor sanki. Bir de İzzet vardı hiç sesi çıkmıyor, normalde bu kadar sakin olmaması lazım ancak bitkinlikten herhalde isyan edemiyor :)

Dursun hoca diyor ki, bakın arkadaşlar ceviz ağacı varsa medeniyet vardır :), tabi medeyetle alakası yok ya karga getirdi ya sincap eee kanyonun iklimi de harika, neden ceviz olmasın ki.

Bir daha bakıyorum wiciloc haritasına. Hasan hocam çok ciddiyim az kaldı, on dakikaya kanyonun ağzına varacağız. Çok geçmeden kanyonun ağzına varıyoruz. Hedefe koyduğumuz bir yol var, hemen kanyonun karşısına düşünüyor, yolu görüyoruz. Güya yola çıkacağız minübüsçü de bizi oradan alacak. Tabi bu planda yoktu, plan Barazamaya kadar yürümek.

12 saati biraz geçtik, bir saate varmadan hava kararacak. Kanyonun ağzında mola veriyoruz, altımızda 300-400 metre sonrasında bir iki taşlı tarla, sonrasında bir arazi yolu, bitişiğinde Aksu deresi ve sonrasında çam ormanlı arazi ve arazinin yamacında toprak bir yol.

Amacımız şimdilik yola çıkmak, yol en fazla bir kilometre ötemizde. Bitirdik…

Hasan hoca, orada görünen yol en az üç kilometre gelir diyor, yok hocam ne yaptın en fazla 700 metre gelir orası, bu kadar yolu geldik oraya mı gidemeyeceğiz. Yok inanmadı ama gerçekten en fazla 700-800 metrelik bir mesafe, tabi arada dere geçişi ve hafif bir yamaç tırmanışı var.

Neşet hocam, Hasan hocam ve ben kanyondan kurtulup taştı tarlaların arasından geçiyoruz ve derenin yanındaki arazi yoluna ulaşıp taşların üzerine çöküyoruz. Dizlerimiz perişan, oturduğumuz yerden kalkamayaak vaziyetteyiz.

Hava artık kararıyor, bizim artçı ekipten ses yok, bunların sesleri gelmiyor, bir şey mi oldu acaba derken sesleri gelmeye başlıyor. Ben kafa lambasıyla birkaç sinyal çakıyorum, Dursun Hoca karşılık veriyor. Biz onların onlar da bizim nerede olduğumuzu ahlıyorlar.

Wiciloc görevini yaptı, artık rotayı kaydedebilirim. 28,54 km ve 12 saat 41 dakikalık bir macera.

On beş yirmi dakikaya Dursun hocalar da yanımıza geliyor. Oğuzhan topallıyor, sağ dizini sarmış. Ne oldu kral iyi misin? Gözümden yaş geldi, dizi sakatladık galiba diyor. Bizim dizler de berbat ve daha köye 2,5 km yol var.

Dursun hoca bizi Barazamadan alacak minübüsçüyü arıyor, adam ben oraları bilmiyorum zaten oraya da araç gelmez diyor. Yanında bulunan emmiye durumu anlatıyor, o da diyorki ben alayım o arkadaşı motorla diyor Dursun hocaya.

Oğuzhanı bir motor gelip alacak ve köyü götürecek. Motor? traktördür o, yok yavv motosiklettir... ulan neyse ne en azından Oğuzhan binip gidecek işte, saat oldu akşamın dokuzu :)

Köyden gelecek motoru bekliyoruz, Oğuzhanı kargolayacağız, motosiklete binip gidecek ya da her ne biçim bir araçsa işte. Bu arada yavaş yavaş yürüyelim diyoruz. Oğuzhana, kral yürüyebilir misin? Düm düz yol yürürüm tabi derken koşmaya başlıyor :), valla dizimin ağrısı geçti benim diyor. İlginç kanyondan çıkıp rahat yere erişince ve artık yolun sonunu gördüğümüzden bizim de yorgunluğumuz geçiverdi sanki.

Saat dokuzu çeyrek geçe gibi karşıdan iki far belirdi ve işte gelen bir traktör. Geldi Barazamalı emmimiz, sağolsun. Emmi diyor ki benim yanlarıma ikişer kişi oturun, ikinizde arkaya dinelin diyor. Peki diyoruz. Dört kişi traktörcü amcanın sağına soluna oturuyor, Dursun hocayla biz de traktörün arkasında bulunan demire, adı her ne ise, kuyruk mili demirimi, yoksa başka bir adımı var bilmiyorum oraya çıkıp ayakta duruyoruz. Yol kısa ama epeyce sürüyor, amca yavaş gidiyor çünkü az hızlansa Dursun hocayla biz traktörden düşeceğiz. Traktör daracık sakat yollardan geçiyor, yolun sağ tarafları inanılmaz yüksek ve birkaç kilometre uzunluğunda duvarlar, keşfedilmeyi ister gibi buzul çağlarından beri orada bekliyor. Sonrasında köye varıyoruz.

Oğuzhan bu yol 5 kilometreden aşağı değildir, yarım saatte anca geldik köye diyor. Ben yok bu yol 2,5 kilometredir diyorum :)

Motorcu emmiye teşekkür edip minibüse biniyoruz, ohhh ne rahatlık be, koltuklar pek rahat, yumuşacak, bitmişiz yorgunluktan.

En başta ki planımız minibüsçünün evinde yemek yeyip orada kalmak ve ertesi gün sabah çok erken traktörle hacer ormanının bitimine gitmek ve oradan 17 kilometrelik Aladağlar transını yapıp Karayalakta macerayı sonlardırmaktı. Ama bunun olamayacağı artık belli oldu, Dursun hocaya göre ise halen umut var. Hele gidelim bir yemeğimizi yiyelim falan der gibi oluyor ama ekip tınlamıyor onu :), karar verildi. Hacer, Yedigöller, Çelikbuyduran, Karayalak geçişi iptal.

Minibüsçü Ahmete durumu anlatıyorum, biz senin evinde yemek yiyelim, sonra sen bizi Çukurbağa bırakıver olur mu? Olur da yatın dinlenin yarın sabah gidelim, yok biz bugün gidelim, saat kaç olursa olsun biz gitmek istiyoruz. Tamam diyor sağolsun.

Kapuzbaşı köyüne varıyoruz, minibüsçü Ahmetin balkonuna çöküyoruz, sohbet muhabbet, kahkahalar havada uçuşuyor. Hani yukarıda aralarda Divrik dağı geçmişti, hani şu Dursun hocanın çıktığı dağ. Şimdi o dağın hikayesini kısaca yazayım.

Tahtacı yaylasından Boztepe’ye çıkınca Dursun Hoca bizimle arayı açmıştı, biz ona çıkışmayalım daha doğrusu sövmeyelim diye :). Mesele şu, Divrik dağı, Barazama köyünün hemen karşısıymış, Boz tepeye çıkınca Dursun Hoca bakmış Divrik dağı çok çok uzaklarda duruyor, kendisi beyefendi o zaman anlamış daha yolumuzun çok ama çok uzun olduğunu :), biz sövmeyelim diye de kaçmış gitmiş. Bu durumu ancak faaliyet bitince, balkonda itiraf etti.

Ahmet abi sofra bezini yere seriyor, sonra sofra bezine sarılı yeni sulanmış yufkaları beze dağıtıyor. Hepimiz kurt gibi açız, yanışıyoruz hemen sofranın etrafına. Çorba geliyor, içmeye başlıyoruz ama Dursun Hoca bir türlü yerleşemiyor, bir o tarafa bir bu tarafa, birşeyler yapıyor ama bir türlü bağdaş kurup oturamıyor sofraya. Ben soruyorum hocam sen ne yapıyorsun, eee Umut hocam ben bağdaş kuramam ki de git ya hocam al şu çorbanı sandalye de iç rahat rahat :). Çorbanın arkasından nohut, pilav, salata ve en güzeli keçi yoğurdu, yaprak sarması, yemekleri silip süpürdükten sonra çay ve muhabbet… davul gibi şiştik, artık yola çıkabiliriz.

Minibüse biniyoruz ve Kapuzbaşından ayrılıyoruz, yarı uyur yarı uyanıp iki saati biraz geçerken Çukurbağ köyüne varıyoruz. Oğuzhan’ın pikaba doluşup Teke Ana Kampa varıyoruz.  Kamptan ayrılalı tam 24 saat oldu. Vurup kafayı yatıyoruz ve anında sızıyoruz.

Sabah kalktığımızda ilk işimiz İzzetin telefonunu aramak oluyor ama maalesef yok, tekrar bakınıyoruz gene yok. O arada Nedim Hoca ve eşi Tuğba geliyor, faaliyetten kalan bisküvü ve birkaç parça hamur işini çayla beraber götürüyoruz.

Sohbet esnasında Nedim Hoca, Karagöl’e pikapla çıkıp indiğiniz yere bakın diyince mantıklı geliyor. Hasan hocam ve İzzet tekrar Karagöl’e çıkıyor ve telefonu orada buluyorlar...

 

GÖÇ YOLU

Konar göçer kültürümüzün ilmek ilmek, adım adım var ettiği tarihi bir göç yolunu adımladık. Tahtacı Türkmenlerinin yaylasından geçtik, atalarımızın eski inancı Tengriciliğin içinde var olan dağ kültünü gördük, adı Ziyaret dağı olan dağa yüz sürdük, ciğerimize tarihi çektik ve tıpkı atalarımız gibi yere ve göğe saygı duyduk. Ve tıpkı onların binlerce yıldır yaptığı gibi bizde yörüdük, yörük olduk, Türkmen olduk, yorulup bir taşın üzerine oturup baktık ve hayal ettik, perçemleri baş örtüsünün önünden çıkan yanık yüzlü yörük kadınlarının keçi sağdığını, oğulların ve kızların oğlak peşinde koştuğunu ve doğadan beslenip doğaya gittiklerini, doğada kaldıklarını, bizimle olduklarını ve bizim de bir gün doğaya gideceğimizi, onlara katılacağımızı gördük ve onlar gibi yere ve göğe niyaz ettik.

En başta bu faaliyeti planlayan ve Göç Yolunu haritalardan bulup çıkaran Dursun Şimşek’e olmak üzere, adım adım göç yolunu yürüdüğüm, Neşet, İzzet, Oğuzhan ve Hasan hocama sonsuz teşekkürler.

Her yolun bir hikayesi olmalı…

Göç yolunun rota kaydı: https://tr.wikiloc.com/gezi-yuruyus-rotalari/aladaglar-goc-yolu-136657717

@anatoliahiking     @tekeanakamp       @adımadımaladaglar

Umut KARKIN

13/06/2023